Dr. Argüden senelerce ülke isminin tüm dillerde Türkiye olarak kullanılmasının, ülke algısı açısından önemini vurguladı. Uluslararası yayınlarında ve bir çok platformda (Global Compact Türkiye – 2012 , Integrated Reporting Türkiye Network – 2015 gibi.) ülke adının Türkiye olarak kullanılmasını sağladı.


Bir çok kurumda uygulanmasına öncülük yaptığı bu fikri, ARGE Danışmanlık’ın 25. Yıl kutlaması için düzenlenen toplantıda iş dünyasının liderleriyle de paylaştı.
DEİK İş Konseyleri’nde bu konuya gösterdiği özen nedeniyle, Türkiye markası genelgesiyle ilgili görüşlerine başvuruldu.
Yaşanılacak, Öğrenilecek ve Yenilikçilik Üretilecek Ülke
İnsanların ilgisini çekmek için artık menşei ülkeyle bağlantılı “zihin payına” da ihtiyaç var. Ülkelerin marka değerleri, pazara sundukları tüm ürünlerde bu zihin payıyla etkileşim içine girdiğinden ülke markası önemli.
GÖRÜŞ – Dr. Yılmaz Argüden, uzun süredir önerdiği şekilde ülke adımızın her dilde, her türlü faaliyet ve yazışmalarda “Türkiye” olarak kullanılmasına ve “Türkiye” markasına ilişkin alınan kararı AA Analiz Masası için değerlendirdi.
***
Bilgi ve iletişim teknolojileri hızlı şekilde gelişiyor ve yayılıyor. Buna bağlı olarak bilgi bombardımanına maruz kalan insanlarda seçici bir algılama oluşuyor. Piyasada her türlü ürün, kendi kategorisinin dışında da birçok ürünle rekabet ediyor. Bu rekabetin nedeni yalnızca pazar payını artırmak değil. Zira artık “zihin payı” da önem arz ediyor. İnsanların ilgisini çekmek için artık menşei ülkeyle bağlantılı “zihin payına” da ihtiyaç var. Ülkelerin pazara sundukları ürünlerde marka değeri kadar zihin değeri de etkili. Tam da bu sebeple ülke markası kritik önemi haiz.
Türkiye’nin ekonomik büyüme hızı ihracatından daha hızlı artıyor. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin küresel ekonomideki payı ve rolü de artıyor. Ancak ihracatımızın yarattığı katma değer aynı oranda yükselmiyor. Ülkelerin marka değeri, uluslararası pazardaki değerini de etkileyebiliyor. Bu da refah düzeyinin artmasına yardımcı oluyor.
Markayı yalnızca bir sözcük veya bir tanıtım konusu olarak değil, stratejinin de bir parçası olarak görmek gerek. Hangi hedefe ulaşmak istiyorsak, o kapsamda tanıtımı, markalaşmayı, konumlandırmayı düşünmek gerekiyor. Türkiye’nin marka olarak konumlandırılması için kavramsal bir yaklaşıma ihtiyacı var.
Marka değerinin önemi
Ülkelerin marka değeri, insanların ürüne olan taleplerini de etkiliyor. Yüksek marka değeri olan ülkelerin ihracatlarından elde ettikleri katma değer de yüksek oluyor. Örneğin mühendislik ürünlerinde Almanya akla geliyor. Teknolojik ürünlerde Amerikan markaları üne çıkıyor. Japonya, Kore gibi ülkeler de bu konuda önemli atılımlar gerçekleştiriyor. Ucuz mal dediğimiz zaman Çin devreye giriyor… Dolayısıyla her ülkenin mallarının dünya pazarında farklı algılandığını söylemek mümkün. İşte bu algılar ülkelerin ekonomilerini de etkiliyor. Bu nedenle, dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bir ürünün hangi ülkeye ait olduğunun bir manası var. Türkiye’nin marka değeri daha yüksek olup, sattığı ürünlerin fiyatını yüzde beş oranında bile artırabilse, her yıl 10 milyar dolarlık katma değer yaratabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin marka değeri, hem ihracatın hem de refah düzeyinin artırmasında önemli bir araçtır.
Türkiye ekonomisinin küresel ekonomideki payı ve rolü de artıyor. Ancak ihracatımızın yarattığı katma değer aynı oranda yükselmiyor. Ülkelerin marka değeri, uluslararası pazardaki değerini de etkileyebiliyor. Bu da refah düzeyinin artmasına yardımcı oluyor.
Yurt dışındaki Türkiye algısının gerçekleri yansıtmaktan uzak olduğu görülüyor. Türkiye’ye ilk kez gelen insanların yüzde 95’inden fazlasının mutlu bir şekilde ülkeden ayrılması bunun en önemli göstergesi. Bu da insanların gelmeden önceki beklentileriyle burada gördükleri arasında ciddi farklılıklar olduğu anlamına geliyor. Demek ki Türkiye iyi tanıtılan bir ülke değil. Dünya kamuoyunda Türk şirketleri, Türk ürünleri veya Türkiye’de sunulan hizmetler hakkında heyecan uyandıran bir algı yok. Gerçeğin çok gerisinde kalan bir algı söz konusu…
Sözler düşünceleri, düşünceler duyguları ve davranışları etkiler. Marka değeri yalnızca ilgili sözcüğün çağrıştırdığı algılarla oluşmuyorsa da dünyada en çok konuşulan ikinci dil İngilizcedeki “Turkey” ifadesinin olumsuz algısının ülke markamıza yansımasının önlenmesi mühimdi. Bu kapsamda, marka algısının geliştirilmesi adına ülkemizin tanıtımında ve uluslararası arenada yalnızca “Türkiye” kullanılmasına ilişkin 4 Aralık 2021 tarihli ve 31679 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi önemli bir ilk adım oldu.
Öte yandan bu kullanımın her yerde tutarlı şekilde hayata geçirilmesi için ciddi bir çaba gerektiğini unutmamalıyız. Örneğin, İstanbul Türklerin hakimiyetine geçmesine rağmen uluslararası camiada “Constantine’in Şehri” anlamına gelen “Constantinople” şeklinde kullanılıyordu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise şehrin adını İstanbul olarak değiştirdi ve 28 Mart 1930’dan itibaren “İstanbul” ismiyle gelmeyen mektupların kabul edilmeyeceğini net bir şekilde bildirerek şehrin isminin “İstanbul” şeklinde kullanılmasını sağladı. Bu nedenle, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde sadece “Made in Türkiye” kullanımında değil, tüm resmi kurumların iletişimlerinde tüm resmi kurumların İngilizce iletişimlerinde ‘Republic of Türkiye’ ve her dilde ülke adımızın ‘Türkiye’ olarak kullanılmasının vurgulanması önem taşıyor.
Türkiye’nin marka değeri daha yüksek olup, sattığı ürünlerin fiyatını yüzde beş oranında bile artırabilse, her yıl 10 milyar dolarlık katma değer yaratabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin marka değeri, hem ihracatın hem de refah düzeyinin artırmasında önemli bir araçtır.
Kavramsal çerçeve nasıl olmalı?
Markayı yalnızca bir sözcük veya bir tanıtım konusu olarak değil, stratejinin de bir parçası olarak görmek gerek. Hangi hedefe ulaşmak istiyorsak, o kapsamda tanıtımı, markalaşmayı, konumlandırmayı düşünmek gerekiyor. Türkiye’nin marka olarak konumlandırılması için kavramsal bir yaklaşıma ihtiyacı var. Bu kavramsal yaklaşımı geliştirirken birtakım ilkelere dikkat etmek gerekiyor. Öncelikle Hazreti Mevlana’nın söylediği gibi “Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol”. Yani gerçekte olmayan bir kimliği Türkiye’nin üzerine giydirmeye çalışırsak başarılı olamayız. Öyleyse Türkiye markasını gerçekten var olan değerlerin üzerine inşa etmeliyiz. Ardından; Türkiye gerçekten çok yönlü bir ülke. Türkiye’nin her yönünü tanıtmak mümkün değil. Bunlar arasında seçim yapıp odaklanmak gerekiyor. Bu seçimi yaparken de Türkiye için katma değer yaratma potansiyeline sahip olanları öncelemeliyiz. Son olarak ise, seçtiğimiz yönlerin Türkiye’yi diğer ülkelerden kolaylıkla ayrıştırabilecek özelliklere sahip olmasının gerekliliği. Henüz başkaları tarafından sahiplenilmemiş bir konu seçilmeli. Örneğin, Türkiye’yi, özellikle de dünyanın önde gelen insanları için yaşanılacak, öğrenilecek ve “yenilikçilik” üretilecek bir ülke olarak konumlandırabiliriz. Bu kapsamda dünyada gelişmekte olan en önemli 20 teknolojiyi belirleyebiliriz. Bu teknolojilerde öne çıkan 100 kişiyi belirledikten sonra, bunlar arasından yaklaşık on kişinin her yıl en az altı ayı Türkiye’de geçirmeleri için bir altyapı oluşturabiliriz. Bu on kişinin Türkiye’de kalması hem Türkiye’nin marka değeri açısından hem de yüksek katma değer potansiyeli olan teknolojilerde bilgi birikiminin artması açısından büyük bir aşama kaydetmemize yardımcı olur.
Böyle bir konumlandırmanın Türkiye için nasıl bir fayda sağlayacağına gelirsek, birincisi nitelikli insanları herkes takip ettiği için, bu insanlar, “Türkiye yaratıcı bir ülkedir” imajının oluşmasına katkı sağlamış olur.
İkincisi yenilikçi beyinlerin etrafında yetişecek gençlerimizin yüksek katma değer yaratma potansiyeli olan konularda yetişmelerini sağlamış oluruz.
Üçüncüsü, iş dünyamızın hep birlikte aynı konulara yatırım yapmaları yerine yatırımlarını bu farklı alanlardaki bilgi birikimine dayalı yenilikçi konulara yönlendirerek daha yüksek katma değerli yatırımların önünü açmış oluruz.
Dördüncüsü, Türkiye yaşanılacak bir ülke olarak ön plana çıkar. Türkiye iklim açısından, kültürel zenginlik açısından ve genç nüfusunun yüksek olması nedeniyle eğlence sektörü açılarından yaşanmak için çok uygun bir yer.
Beşincisi, Türkiye’nin hoşgörü kültürü dünyaya örnek olur. Birçok insan farklı bir ülkeye gittiği zaman kendisini yabancı hisseder. Türkiye’de ise böyle bir durum yok. Örneğin, Hintlilere “Bazı Avrupa ülkelerine çalışmaya gider misin?” diye sorduklarında olumsuz yanıt veriyorlar. Çünkü orada kendilerini yabancı hissediyorlar. Oysa Türkiye asırlardır başkalarına kucağını açan bir ülke. Örneğin, 500 yıl önce İspanya’dan kaçmak zorunda kalan Yahudiler veya İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan kaçanlar Türkiye’ye rahatça yerleşme imkânı buldular.
Altıncısı, Türkiye keyifle yaşanacak bir ülke olarak algılanır. Eğlence açısından baktığımız zaman, 2000’li yılların başlarında 20’li, 30’lu yaşlardaki Avrupalı gençler doğum günlerini kutlamak için veya hafta sonlarını Türkiye’de geçirmek için Türkiye’ye geliyorlar. Bu nedenle Türkiye “yaşanılacak bir yer” şeklinde konumlandırılabilir.
Yedincisi, Türkiye eğitim açısından da çok verimli bir coğrafya. Dinlerin, kültürlerin, çok farklı insanların iç içe yaşaması, coğrafi ve ekolojik zenginliği açısından Türkiye’nin araştırılacak ve öğrenilecek çok yönü var. Bunun için kaynak ayırmak gerekiyor. Bu konuları ön plana çıkaracak yaklaşımlar sergileyip, projeler geliştirmemiz gerekiyor.
Özetle, “yaşanılacak”, “öğrenilecek” ve “yenilikçilik” üretilecek bir ülke olarak Türkiye markasının dünya çapında bilinirliği ne kadar çok artarsa, ihracat, refah düzeyi ve rekabetimizde o kadar artacak. Bu noktada, ülke isminin her dilde “Türkiye” olarak kullanılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çok önemli bir adım olmakla birlikte daha yürünecek yolumuz uzun. Sıra kaliteli ve katma değerli ürün ve hizmetleri geliştirecek yenilikçilik kültürünün geliştirilmesi, bilimsel gelişmenin desteklenmesi ve kurumlarına güven duyulan bir ülke konusundaki adımları hızlandırmakta…
***
[Dr. Yılmaz Argüden ARGE Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı ve Argüden Yönetişim Akademisi Mütevelli Heyeti Başkanıdır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler, yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
AA, 14 Aralık 2021
Serpil Yılmaz 2016 yılında Dr. Yılmaz Argüden’in ülke adımızın tüm dillerde “Türkiye” olarak kullanılması önerisini Haber Türk’de köşe yazısına taşımıştı.
Yıl 2002: AK Parti bunları yapacak mı?
Strateji, iş mükemmelliği ve kurumsallaşma konularında 400’ü aşkın şirketle binden fazla yönetim danışmanlığı projesi gerçekleştiren ARGE Danışmanlık’ın Kurucu Başkanı Dr. Yılmaz Argüden’in, 25’inci yıl kutlama mekânı olarak Boğaziçi Üniversitesi’ni (BÜ) seçmesi, 2002 yılında yaptığı şu saptamayla ilintili olabilir:
“2020 yılında entelektüel sermaye, finansal sermayeden çok önemli olacak.”
Dr. Argüden için Harvard Business School Dekanı Nitin Nohria’nın gönderdiği kutlama mesajında kullandığı “Modern çağın Rönesans düşünürü” ifadesi, salondakileri konferans boyunca peşinden sürükledi.
KÜRESEL LİDERLER KATILDI
Koç Holding’in emekli CEO’larından Can Kıraç, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı ve Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, Tırsan ve UND (Uluslararası Nakliyeciler Derneği) Başkanı Çetin Nuhoğlu, Royal Dutch/Shell Group başkanlığı, Yenilenebilir Enerji G8 Zirvesi eşbaşkanlığı ve Global Compact Vakfı başkanlığı gibi küresel deneyimlere sahip İngiliz işadamı Sir Mark Moody- Stuart ve eski Güney Afrika Anayasa Mahkemesi Yargıcı ve Uluslararası Entegre Raporlama Yönetim Kurulu Başkanı Mervyn E. King’in konuşmalarıyla katkı sağladığı buluşmada, “Geleceği tasarlayanlar mı, geleceği öngörüyor” sorusu sorulmadı ama bence tam da yeriydi.
BÜ’de kurulan “Argüden Yönetişim Akademisi”ne 1.5 milyon dolar bağış da yapan Nuhoğlu kürsüye çıktığında, Argüden’in bugüne kadar kaleme aldığı yazılarından kesitler aktardı.
Argüden AK Parti’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden yalnızca 6 gün sonra kaleme aldığı bir yazısında şu soruyu soruyor:
“AK Parti bunları yapacak mı?”
Yeni hükümetin başarılı olmasını, şu 3 kritere bağlıyor: “Bir, atamaları yeteneklere göre yapmak; iki, ülkenin uluslararası konumunu güçlendirmek; üç, kaynakları verimli, etkin ve şeffaflık ilkesine göre kullanmak.”
Hâlâ en büyük sorunlarımızın kaynağı bu 3 noktada düğümleniyor ve biz bu soruları güncel kabul edebiliriz….
YOLSUZLUKLA MÜCADELE İLKESİ NASIL GİRDİ?
Kutlamada, Argüden moderatörlüğünde, Sir Moody-Stuart ve King ile düzenlenen mini bir panel de yer aldı.
1998-2001 yılları arasında Dutch/Shell Grubu’nun başkanlığını yapan, 2005 yılına kadar da yönetimde yer alan Sir Moody- Stuart’ın verdiği örnek, kapitalist düzende hazmı en zor mönünün “yolsuzlukla mücadele” olduğunu ortaya koyuyor.
Sir Moody-Stuart, 2003 yılında, BM Global Compact Danışma Kurulu’na davet edildiğinde yaşadıklarını anlatıyor:
“Raporlamalara yolsuzlukla mücadele performansının girmesini şart koştum. Zor ikna oldular. ‘Asla 11’inci ilke olamayacak’ diye taahhüt ettiler. Yolsuzlukla mücadele olmadan başarı mümkün değil.”
Yönetim kurulunda Argüden’in de yer aldığı ve 2000 yılında imzaya açılan BM Global Compact’a, böylelikle 10’uncu madde olarak giren “Yolsuzlukla Mücadele” başlığına; “İş dünyası rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla savaşmalı” cümlesi girebiliyor.
Hatırlayalım: Türkiye’nin 2015 yılındaki G20 dönem başkanlığında oluşturulan B20 (İş Dünyası-20) açılım grubunda, tartışmalı bir süreçten sonra “Yolsuzlukla Mücadele Grubu başkanı” belirlenebilmişti.
145 ülkede, 12 bin kurum, şirket ve STK’nın imzaladığı BM Küresel İlkeler Sözleşmesi’nde, Türkiye’den 300 imzacı yer alıyor.
Argüden, Türkiye’de toplam sayının azlığına karşılık en büyük 20 şirketten 15’inin imzacılar arasında olmasıyla teselli buluyor.
TURKEY YERİNE TÜRKİYE
Panelin kapanışında, yurtdışı ülke tanıtımlarında İngilizce karşılığı hindi olan “Turkey” kelimesi yerine, “Republic of Türkiye” söyleminin kullanılmasını öneren Argüden, davetlilerin toplantının yapıldığı BÜ Albert Long Hall salonundan, şu 3 fikirle çıkmalarını istedi:
1- Kurumlara duyulan güvenin artması için iyi yönetişim ilkelerinin yerleşmesinin takipçisi olmalıyız. Bunun için lobi yapmalıyız.
2- Sorumlu liderlik, çevreyi, paydaşları, toplumu etkileme gücüdür. Çevrelerini düşünenler ancak o çevrede yaşayabilirler.
3- Dünyaya ne katkı sağlıyoruz sorusunu sormalıyız.
Argüden, UN Global Compact’ı imzalayan ilk Türk şirketi ARGE’nin yanı sıra, 50’yi aşkın şirketin yönetim kurulunda yer alıyor, dünyanın önde gelen yatırım bankalarından Rothschild’ın, Türkiye Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de yürütüyor.
Bu tavsiyeleri verirken, bir bildiği vardır!
Serpil Yılmaz, Haber Türk, 30.09.2016